“Bir görüntüye irkilmeden bakabilmenin
yatıştırıcı bir tarafı vardır. Ama irkilmenin de ayrı bir hazzı vardır." Susan Sontag.
Yoğun
şiddet imgelerinin her yerde dolaşıma girdiği, buna karşı çıkanlarınsa yoğun
bir şekilde konuyu tartışmaya açtığı bugünlerde şiddetin öznesi ile kurulan
ilişkiye dair problemleri etraflıca masaya yatırmanın bugün için acil bir ihtiyaç
olduğu kanısındayım. Gözlerimizi kaçırıp bakmamayı ve görmemeyi dilerken dehşet
ve tiksinti arası bir duyguyla yana çevirdiğimiz başımız ve kıstığımız
gözlerimiz yavaş yavaş tekrar fotoğrafa yöneliyor yoğun bir merakla o bedenleri
görmeyi arzuluyor. Peki Ortadoğu’da katliamların hala devam ettiği bugünlerde
gerek televizyon gerekse sosyal medya üzerinden her gün yaralı veya ölü insan
fotoğrafları görmek gerçekte onlarla nasıl bir ilişki kurmamıza sebep oluyor? Bu
Gazzelibiri açısından incitici mi yoksa gerçekten yararlı mı? Fotoğrafa bakma
anında ve sonrasında acı ve öfke içinde
harekete geçeceğimizi düşünürken o anda gerçekte bilinç altımızda ve insan
psikolojisinin derinliklerinde neler oluyor? Yoğun siyasi gündemler içinde bu
soruların üzerinde yeterince düşünülmeden iyi bir şeyler yapmak için harekete
geçiliyor oysa önce bu soruların derinlemesine düşünülmesi gerekiyor.
Fotoğrafçılık
tarihinin ilk şiddet fotoğrafçısı meşhur Cumhuriyetçi
Askerin Düşüşü isimli fotoğrafın sahibi Robert Capa. Bu fotoğrafın siyasi
etkilerini bir yana bırakırsak, ölümün insanların başetmekte en çok
zorlandıkları gerçeklerden biri olmasının bu fotoğraflara duyulan ilgiyi artırdığını
söylüyor sosyal bilimciler. Roland Barthes ise Camea Lucida isimli kitabında fotoğrafın hali hazırda zaten öldürücü
bir etkisi olduğundan söz ediyor. Fotoğraf çekilirken poz veren kişi
nesneleşmekte, özel hayatına tamamen yabancı ortamlarda dolaşım sürecine
çıkmakta ve ne olursa olsun artık kişi o anın içinde donup kalıyor. Barthes'a
göre bu bir ölüm provasından başka bir şey değil. İnsanların fotoğraf çekme,
saklama, daha eski yıllarda portresini yaptırma gibi hevesleri ölümle mücadele
etme duygusu yarattığı için bugün hala bu denli yaygın bir haldedir.
Başka
bir meşhur ölüm anı fotoğrafı hepimizin bir şekilde aşina olduğu Vietkonglu
esirin General Loan tarafından başına dayanmış bir silahla öldürüldüğü anın çekildiği
karedir. Belki de o an bir saniye süren ölme anını, Vietkonglu'nun gerilmiş
kaslarını, ölürkenki yüz ifadesini, düşmeye başlamadan hemen önce henüz ayakta
duran halini insanlık yıllardır uzun uzun seyretmiş, adeta bu resmi
incelemekten kendini alamamıştır. O sırada sırrını
çözemediğimiz ve yüzleştiğimiz an zaten ölmüş olacağımız bir duyguya
bakıyoruzdur. İnsanoğlunun üstesinden gelmeyi ne kadar arzulasa da bunu
başaramadığı ölüm gerçeği bu resimde kontrol edilebilir bir kare içinde ele
geçirilmiştir ve zamanın içine hapsedilmiştir. Tam da bu noktada şiddet
fotoğraflarının çekiciliği, insanların bu fotoğraflara gösterdiği yoğun talep
daha iyi anlaşılmaktadır.
Aristo
antik Yunan’da amfi tiyatrolarda sergilenen tragedyaların geniş kitleler
tarafından neden bu kadar rağbet gördüğünü açıklamaya çalışırken katarsis kavramını icat eder. Katarsis, yani başkalarının içinde
bulunduğu trajediyi seyrettikçe onun acısının içinde kaybolurken o anın her
saniyesinde aslında özdeşleştiği kişinin acısının dışında konumlandığını
bilerek, kendi içindeki endişe ve korkulardan arınmak. Şiddet ve savaş
fotoğrafçılığı da modern dünyada katarsis etkisi uyandırmak için harika
buluşlar. Tabiki bu etkinin kaybolmaması için fotoğrafı çekilen acı içindeki
bedenin mümkün olduğunca izleyiciye uzak olması gerekmektedir. Örneğin şiddet
resimleriyle dolu bir galeride gezerken sergilenen fotoğraflardan birinde
acıyla bağıranlardan birinin sizin oğlunuz veya babanız olduğunu düşünün. Bunu
gördüğünüz an artık o sergideki fotoğraflardan hiçbiri sizin için artık bir katarsis
ve arınma işlevi görmeyecektir.
Türkiye'nin
güneydoğusunda yaşanan şiddete dair seyrimize sunulan imgelere bir bakalım.
Şehit denilince ilk akla gelen, şehitlerin fotoğrafları eşliğinde Türk
bayrağına sarılmış tabutlardır. Şehit bedenleri asla ceset şeklinde
gösterilmezler. Hatta haberlerde ve diğer platformlarda sıkça arkaplana mavi
bir gökyüzü yerleştirilerek sunulurlar ki onlar zaten ölmemişlerdir! Uzakta veya
düşman olarak kodlanan bedenler içinse bunun tam tersi geçerlidir. Onlar zayıftır,
çabucak ezilir, parçalanır ve çirkin bir şekilde ölürler.
Benzer
şekilde ölen ve yaralanan Vietnamlıları tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serme taraftarı
olan Amerikalılar, kendi içlerinden birileri acının kaynağı olduğunda bunu
fotoğraflayıp sergilemek konusunda çok da hevesli davranmazlar. 11 Eylül
sonrasında Dünya Ticaret Binası etrafında çekilen fotoğraflardan bakış nesnesi
olarak onaylanan ve gerek sergilerde gerekse haberlerde karşımıza çıkan
fotoğrafların büyük bir çoğunluğunda ölü bedenler veya kopmuş uzuvlar, acı
içinde kıvranan Amerikalılar görmemiz neredeyse imkansızdır. Bunu yerine yanan
bir bina ve dumanlar, koşturan kurtarma ekipleri gibi şiddet ve acını kendisine
çok uzaktan bakan fotoğraflar piyasa dolaşıma girer. Şiddetin öznelerine dairse
en fazla sevdiklerini kaybetmiş Amerikalıların yaktıkları mumlar ve oraya bıraktıkları
çiçekler gözümüze ilişebilir. Oysa Hiroşimada atom bombasıyla yaralanan
bedenlerdeki yaralar ve sonraki neslin bedeninde ortaya çıkan deformasyonlar en
ufak ayrıntısına kadar yakın çekimlerle verilebilir.
Savaş,
propaganda ve doğal afet fotoğraflarında, fotoğrafın başarısı yaşanan olayın
korkunçluğu ile aynı doğrultuda ilerler. Fotoğrafta yaşanan ne kadar korkunçsa
fotografik etkisi de o kadar artacağından fotoğrafçı acının boyutlarını
göstermek için en dehşet verici kareyi yakalamaya çalışır ve bu resimler yardım
kuruluşları, sivil toplum örgütleri tarafından en estetik biçimde afişlere
dönüştürüp çarpıcı cümleler eşliğinde izleyicinin beğenisine sunulur. Böylece
acı çeken insanların acısını dindirmek için diğer insanların vicdanına hitap
etmek gibi etik bir yardım toplama girişiminde bulunduğunu düşünülür. Fakat estetik
birer acı nesnesi olan insanları nasıl kullandığı ve araçsallaştırıldığı nihai
amaç olan “yardım ulaştırma”fikri içinde öyle erir ki asla tartışmaya açılmaz. Başkasının
şiddetini sergileyebilmekten doğan kurulan güç ilişkileri ise her daim gündem dışıdır.
Sontag
da başka bir vicdan politkası olarak değindiği savaş fotoğrafları hakkında
şöyle diyor: “Bazı insanlar uzun süre, korku yeterince canlı biçimde
hissettirilebilirse, çoğu insanın bir öfke barutu haline gelerek en sonunda
savaşın ne kadar çılgınca bir macera olduğunu kavrayacağına inandılar.” Evet
insan yüzyıllardır başkalarının acılarını dikizledi fakat harekete geçmedi. İnsanları
harekete geçireceği düşünülen acı fotoğrafları 19.yüzyıldan itibaren halka öyle
sık gösteriliyor ki tam tersi bir etki yaparak dehşetengiz şiddet imgelerine
çok fazla maruz kalan kişiyi büyük acılara karşı hissizleştirmeye başlıyor.
“Öyle ki, artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sukünet içinde seyredilip
dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır.” der Sontag. Savaş haberleri
ve diğer imgeler insanların zihinlerini ve bakış açılarını ele geçirmek
istedikleri ölçüde insanları savaş ve diğer acılara karşı duyarsızlaştırma
işlevi görmüştür. “Başka yerlerde yaşanan ve haber olarak dikkatle seçilen,
savaşlarda biriken acıların farkında olmak, bu anlamıyla kurgusal bir
farkındalıktır. Acı görüntüleri öncelikle kameraların kaydettiği biçimiyle bize
aktarılır, çok sayıda insan tarafından izlenir ve hiç de uzun olmayan bir zaman
dilimi sonunda gözlerimizin önünden çekilir.” (Sontag, Başkasının Acısına Bakmak, 2004)
Bugün
de sıcağı sıcağına yaşanan bu olaylardan sonra şiddet fotoğrafçılığı açısından
şu üç şey aynı anda yaşanmaktadır: Kamuoyunun bakışına sunulan şiddet fotoğraflarını
gözardı etmenin imkansızlığı, bu fotoğrafların tekrar tekrar kullanılarak savaş
karşıtları tarafından adeta coşkuyla karşılanması ve fotoğrafları çeken
fotoğrafçının mesleki kariyerinin sanat camiası içinde tebrik edilerek ödüllendirilmesi.
Tabiki tüm bunlar yaşanır ve acı çeken insanların fotoğrafları geniş bir
yelpazede dolaşıma sokulup, felaketin politika ve sanat camiasında yansımaları
bambaşka boyutlara ulaşırken acının asıl kaynağı olan yakınlarını kaybetmiş
aileler bu fotoğtaflarda acı halinde donup kalmaktadır.
Aslında
modern zamanlarda normal bir bireyin şiddetle ilişkisi hep biraz çetrefilli
olmuştur. Operasyonları yüksek tepelere çıkıp çay içerek izleyen sonra da
patlayan bombaları arkasına alıp selfie falan çeken bir İsrail vatandaşı ilk
bakışta bize çok tuhaf geliyor. Halbuki çok benzer bir şekilde aksiyon
filmlerinde havaya uçan arabalar, yıkılan binalar, patlayan sokaklar, bulgur
taneleri gibi istemsizce denize dökülen düşman insan bedenleri güç ve zafer
duyguları içinde hepimizin yıllardır zevkle izleyebildiği sahneler. Aslında bu
şiddet estetiği denilen şeyin en açıkça ve en vurdumduymaz şekilde dışa vurumu.
O kadar vurdumduymaz ki sürekli öldürmek ve yıkmakla meşgul erkek karakterleri
filmlerin baş karakteri ve hayran olunası süper kahramanlar olarak göstermekten
hiç çekinmiyor. Bu izleyiciye hiç de tuhaf gelmiyor üstelik. Bu izleyiciye öyle
bir sunuluyor ki, izleyici de öldürmenin estetiğine kapılmış bir şekilde
izlerken onar onar ölen ve parçalanan “düşman” bedenler için en ufak bir üzüntü
duyma gereği hissetmiyor. Popüler sinema ve erkeklik üzerine çalışan dünyaca
ünlü düşünür Yvonne Tasker, sadece üzüntü duymamanın da ötesinde bu tip
filmlerin en iyi bilinenlerinden Rambo filmlerinin şişirilmiş kahramanı
Stallone Amerikan müdahaleci politikalarının kültürel ayağını oluşturan bir metafordan
çok daha fazlasıydı.” diyor, “Başkan tarafından da onaylanmış bir Rambo nesli
türemekteydi.”
Dehşetin
fotoğraf sanatıyla ilişkisine daha yakından baktığımızda şiddetin diğer estetik
öğelerden çok da farklı bir işlevi olmadığı göze çarpıyor. “Görüntülerin insanı
yerinden hoplatıcı, gürültü çıkarıcı ve göz açıcı olmasını istemek, iyi bir iş
anlaşması yapmak kadar temel bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Hem zaten
böylesi koşullarda herhangi birinin ürünü ya da sanatı başka nasıl dikkatleri
üstüne toplayacaktır ki?”Fotoğrafın işlevi açısından toplama kamplarının
boşaltıldığı, Hiroşima ve Nagasaki'ye atom bombasının atıldığı 1945 yılı da
fotoğraf tarihi için en verimli yıllardan biri olmuştu. Tüm bunlara
bakıldığında bugünün dünyasında şiddet fotoğraflarının sanatçı ve gazetecilerin
olmazsa olmazları olduğu, bu işin büyük bir alıcı ve üretici kitlesi olduğu
gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekmektedir.
Star/Açık Görüş
14.09.2014
Link:
http://haber.star.com.tr/acikgorus/siddetin-pornografisi-uzerine/haber-939630
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder